Kış, ufaktan şehri terk etmeye
başlamıştı bu zamanlarda. O soğuk yalnızlık, yerini baharın kalabalık
sıcaklığına bırakıyordu yavaşça. Kışlıklar toplanıyor, yerini mevsimlik ince
giysiler alıyordu. Mahir’in içine de bahar gelmeye başlamıştı. Yalnızlıktan
üşüyen, hatta buz tutan kalbi ısınıyordu giderek. Yıllardır özlemini duyduğu
küçük bir gülümsemeyi Ali’nin yüzünde görmüştü. Sadece Ali değildi aslında
Mahirin içini ısıtan. Başka bir şey daha vardı sanki ama bilmiyordu sebebini. Belki
de biliyordu. Ama bilmemek ona iyi geliyordu, belki de korkuyordu bilmekten,
korkuyordu belki de başkasını sevmekten. Hem Nermin vardı. Yoktu ama vardı
düşüncesinde de olsa, Nermin hep vardı. Karısıydı Meleğinin annesiydi. Ona
nasıl ihanet ederdi. İhanet miydi ki bu? Yoksa kendine haksızlık mı ediyordu
Mahir? Ya da etmiyor muydu? Sorular… Sorular… Sorular… Hep aklını kemiriyor, geceleri
uyutmuyordu bu adamı. İçinde dolaşan bu ateş bir yüreğinde bir beyninde
yanıyordu. Bu ateş günden güne büyüyor yakıyordu Mahir’i. Korkuyordu yanmaktan.
O’da herkes gibi hayatına devam etmek derdindeydi. Aklını kemiren sorulardan
kurtulup normal bir insan olmak istiyordu.
Geçen yıllar iyice
tedirginleştirmişti Mahir’i. En ufak kararları bile kılı kırk yararak alıyordu.
Kaldı ki böyle bir şeyi düşünecek ne aklı vardı nede cesareti. Bir ışık görse
belki değişirdi düşüncesi, ama işin sonunda bir dostu kaybetmekte vardı. Her
gece uykuya dalmadan önce, aklında bir düşünce daha vardı artık. “Dila”