8 Ocak 2014 Çarşamba

Başlangıç 13. Kısım -Küçük Hüzün-



             
Ağlıyordu Ali sessizce. Hıçkırıkları duyulmuyordu. İri gözlerinden akan boncuklar, yanaklarından süzülüyordu. Onu ağlatan ne bir korku, nede üst sınıftan birinin sataşmasıydı. Onu ağlatan, “sol yanıydı”, onu ağlatan içindeki eksiklikti. Bir kolu yoktu sanki. Hayat ona hep soldan vuruyordu adeta. Önceleri pek bilmiyordu bu duyguyu. Ta ki, okula başlayana kadar. Öğretmen soruyordu sınıfa tek tek. Tanımak istiyordu elbet. “kaç kardeşsin, annen ne iş yapıyor, baban nerede çalışıyor”. Her kesin bir cevabı vardı. Ama Ali eksik bırakıyordu cevap kutucuklarını.

             Tek çocuktu ve annesi fabrikada çalışıyordu o kadar. Yüreği sızlıyordu ufaklığın. Sormasınlar diye dua ediyordu. O sorudan nefret ediyordu. Çünkü cevabı bilmiyordu. Tanımıyordu, küçük bir resim bile yoktu hafızasında. Küçücüktü çünkü. Evdeydi annesi ile. Daha adını bile söyleyemezken kaybetmişti babasını. Daha adını bile söyleyemezken eksik kalmıştı sol yanı.

17 Aralık 2012 Pazartesi

Başlangıç 12. Kısım -Tedirgin Bakışlar-

Büyük  bir kargaşanın içinde buluyordu kendini. Ortalıkta bir oraya bir buraya koşuşan çocuklar vardı. Ne olduğunu bilmediği bir korku ve heyecan kaplıyordu içini. Daha önce çok duymuştu ama hiç gitmemişti oraya. Bazen önünden geçerdi annesi ile birlikte. Yüksek duvarların ardından görünen birkaç pencere vardı ve büyük bir direğe bağlı Ay Yıldız. Koridorları çok büyüktü bu yerin. Bir şehrin sokakları gibiydi adeta. Merdivenleri dik ve soğuktu. Her koridorun başında, kırmızı kovaların içine konmuş kumlar görüyordu üzerinde beyaz harfler olan. Duvarları değişik renklerde boyanmıştı. Kiminde süsler, kiminde ise insan resimleri asılıydı ve iç organları gözüküyordu. Annesinin elini bırakmak istemiyordu Ali bu tuhaf yerde. Korkuyordu çünkü. Terlemişti küçük elleri. Tedirgin bakışlarla etrafı geziyordu. Koridorlarda herkes bir tarafa koşuyor, her kapıdan birileri fırlıyordu. Derken annesi biriyle konuşmaya başlamıştı. Dalgalı saçları olan ve annesi yaşında tatlı bir hanımdı bu. Sonra o tatlı kadın eğildi Ali’ye doğru. Yanaklarını okşadıktan sonra,
-          Merhaba Ali. Dedi.
Ali tedirgin, “Merhaba”. Dedi ve başını eğdi.
-          “Aramıza hoş geldin Ali”. Dedi gülümseyerek. “Ben
senin öğretmeninim. Adım Fatoş.” Dedi hoş bir eda ile.
Ali hayatında ilk kez bir öğretmen görüyordu. Ne diyeceğini bilemedi. Annesine döndü. Sorgular bir bakış attı. Dila, oğluna dönerek,
- “Artık senin bir öğretmenin var. Okulda seni o kollayacak. Sana güzel şeyler, okuma yazma öğretecek.” Dedi ve devam etti. “Bundan sonra seni her sabah okula bırakacağım, akşam eve dönerken de seni buradan alacağım.
Ali şöyle bir baktı annesine ve “ne yani, ben bütün gün burada mı kalacağım?” dedi.
- Dila, evet oğlum. Artık okula başlıyorsun. Bunu konuştuk seninle.
- Ali: “Olmaz öyle şey. Ben eve gideceğim. Durmam burada.”
- Fatoş: “ Aliciğim artık okul çağına geldin. Her çocuk gibi sende okula gitmelisin.”
- Dila: “Evet Ali öğretmenin doğru söylüyor.”
- Ali: “Bana ne! Sende burada kal.”
- Dila: “Olmaz öyle şey. İşe gitmem lazım benim.”
- Ali: “ Ya bana ne!”
- Dila: “Sen alışana kadar geleceğim sabahları”

9 Aralık 2012 Pazar

Başlangıç 11. Kısım -Düşünceler Değişir mi?-

İşe gitmediği bir sabah yine kahvaltı hazırladı Dila oğluna. Reçeli, peyniri koydu masaya, ama masada bir şeyler eksikti. Üstündekiler tam olsa da etrafında eksiklik vardı. Yıllardır eksik olan ve hiçbir şeyle dolmayan bir eksiklikti bu. Bu güne kadar kimse çıkmamıştı karşısına. Çıkmasını istememişti belki de. Hem çıksa ne yapacaktı. Bütün vakti küçük ali ile geçiyor, aşka meşke ayıracak hiç vakti olmuyordu.

28 Kasım 2012 Çarşamba

Başlangıç 10. Kısım -Bitmek Bilmeyen Sorular-


Kış, ufaktan şehri terk etmeye başlamıştı bu zamanlarda. O soğuk yalnızlık, yerini baharın kalabalık sıcaklığına bırakıyordu yavaşça. Kışlıklar toplanıyor, yerini mevsimlik ince giysiler alıyordu. Mahir’in içine de bahar gelmeye başlamıştı. Yalnızlıktan üşüyen, hatta buz tutan kalbi ısınıyordu giderek. Yıllardır özlemini duyduğu küçük bir gülümsemeyi Ali’nin yüzünde görmüştü. Sadece Ali değildi aslında Mahirin içini ısıtan. Başka bir şey daha vardı sanki ama bilmiyordu sebebini. Belki de biliyordu. Ama bilmemek ona iyi geliyordu, belki de korkuyordu bilmekten, korkuyordu belki de başkasını sevmekten. Hem Nermin vardı. Yoktu ama vardı düşüncesinde de olsa, Nermin hep vardı. Karısıydı Meleğinin annesiydi. Ona nasıl ihanet ederdi. İhanet miydi ki bu? Yoksa kendine haksızlık mı ediyordu Mahir? Ya da etmiyor muydu? Sorular… Sorular… Sorular… Hep aklını kemiriyor, geceleri uyutmuyordu bu adamı. İçinde dolaşan bu ateş bir yüreğinde bir beyninde yanıyordu. Bu ateş günden güne büyüyor yakıyordu Mahir’i. Korkuyordu yanmaktan. O’da herkes gibi hayatına devam etmek derdindeydi. Aklını kemiren sorulardan kurtulup normal bir insan olmak istiyordu.
Geçen yıllar iyice tedirginleştirmişti Mahir’i. En ufak kararları bile kılı kırk yararak alıyordu. Kaldı ki böyle bir şeyi düşünecek ne aklı vardı nede cesareti. Bir ışık görse belki değişirdi düşüncesi, ama işin sonunda bir dostu kaybetmekte vardı. Her gece uykuya dalmadan önce, aklında bir düşünce daha vardı artık. “Dila”

22 Ekim 2012 Pazartesi

Başlangıç 9. Kısım -Saat 21.25-


Dila kendi evine geçip ilk iş sobanın içinden akşamdan kalan külü boşalttı. Birkaç kuru tahta parçası ve ufak çapta kömürü kovaya yerleştirip daha çabuk yanması için içerisine biraz da gaz yağı döküp kibriti çaktı ve sobayı alevlendirdi. İçine biraz daha kalın kömür atıp oğlunu almaya geçti. Çocuk çoktan uyanmış annesini sormaya başlamıştı bile. Dila Ali’yi alıp hemen eve geçti. Annesi ile o günkü özlemi giderdikten sonra Dila oğluna süprüz hediyesini verdi. Annesinin yardımı ile mor ve parlak renkli ambalajın fiyonklarını çözdü. Kutudan çıkan gemiyi görünce ufaklık sevinçten havaya uçtu. Hemen annesinin boynuna atladı ve tatlı bir öpücük kondurdu. Sanki oğlundan bir hediye almış gibi sevindi Dila bu öpücük karşısında. Hemen banyodan leğeni alıp içine su doldurdular. Geminin pillerini takıp düğmesine bastılar. Gemi sanki oyuncak değil, okyanusta yol alan bir gemi edası ile yüzmeye başlamıştı. Evdeki çamaşır leğeni Ali’nin okyanusu olmuştu o gece. Yatağa annesi ve gemisi ile girdi Ali. Belki de rüyasında kendini kaptan olarak görecekti. Ali Kaptan.
Ali gemisini çok sevmişti. Hatta ona bir isim bile vermişti. “Demir Balina”. Alinin dünyasındaki gemi o kadar büyük ve güçlüydü ki, en büyük dalgalar, en güçlü rüzgarlar bile yenemezdi onu. “Demir Balina” en büyük fırtınalarda bile yoluna devam edebilirdi.
Ali yine annesinin işte olduğu bir gün, Sabiha Teyzenin evinde leğene su doldurmuş “Demir Balina” sı ile oynuyordu. Oyuna öyle kapılmıştı ki. Kendini bir anda uçsuz bucaksız bir okyanusta buldu. Kaptanı olduğu “Demir Balinası” ile okyanusta seyrederken bir fırtına patlayıverdi. Günlük güneşlik olan hava bir anda karardı, adeta gece olmuştu. Dalgaların boyu giderek büyüyor, “Demir Balina” sanki küçülüyordu. Dalgalar elleri varmışçasına gemiyi tutuyor, havaya kaldırıyor ve suya atıyordu. Fırtına öyle büyüktü ki gemi adeta bir top gibi oradan oraya savrulup duruyordu. Ali Kaptan dümeni tutmakta zorlanıyordu. Fırtına o kadar şiddetlenmişti ki, deniz sanki tüm öfkesini kusuyordu. Ali Kaptan gemisini bırakmıyor, tayfalarına direktifler veriyordu.
- Tayfalar yelkenleri toplayın!
- Motorlara tam güç verin!
- Güverteyi boşaltın!
- Herkes görev yerine!
Dalgalar bir biri ardına gemiye çarparken Ali Kaptan her birini alt etmeyi başarıyordu. Sonunda Ali Kaptan’ın “Demir Balinası “ fırtınaya galip geliyordu. Kapkaranlık olan hava yeniden açmış ve yerini güneşe bırakmıştı. Az önce çıldırmışçasına “Demir Balina” yı döven deniz şimdi uslu bir çocuk gibi sakin duruyordu. Tam bu sırada Sabiha Teyze içeri Ali’nin yanına geldi.
- Ali oğlum bu ne hal? Sırılsıklam olmuşsun! Hemen çıkaralım üstünü, üşütüp hasta olacaksın. Sen hastalanırsan annene ne derim ben sonra. Yaşlı kadın alelacele çocuğun üstünü değiştirdi. Oyuna kendini fena kaptıran Ali’nin kıyafetleri sırılsıklam olmuştu. Annesi de gelmek üzereydi. Dİla eve geldiğinde, Sabiha teyze durumu bir bir anlattı. Mutfakta yemek hazırlarken Ali’yi odada yalnız bıraktığını ve gemisiyle oynadığını söyledi. Dila’ nın kendine kızmış olduğundan çekinip başını öne eğdi. Dila yaşlı kadını kırmadan tamam Sabiha teyze çocuk bu olur sen dertlenme dedi. Evine yan daireye geçti. Saat sekiz olduğunda Ali soğuk soğuk terlemeye başladı. Ufaklık titriyordu, yavaş yavaş ateşi de çıkmaya başlamıştı. Hemen sirkeli su yapıp, bir bezle alnına ve koltuk altlarına sürdü, bekledi ama ateşi düşmedi. Ne yapacağını bu saatte kime gideceğini düşünürken aklına komşusu ve o güne kadar hiç konuşmadığı ve sadece selam verdiği Mahir Bey geldi. Saate baktı saat 21.25’ i gösteriyordu. Düşündü bir an ama yapacak başka bir şeyi de yoktu. Hemen alt kat komşusuna gitti durumu anlattı. Mahir, tereddüt etmeden yardıma koştu. O gün Dila, Ali ve mahir için yeni bir başlangıçtı. Ama hiç biri bundan haberdar değildi.

18 Ekim 2012 Perşembe

Başlangıç 8. Kısım -Ali-

Ali artık okul çağına gelmişti. O’da akranları gibi okula gitmeliydi. Dila, Ali’yi mahalledeki “Mehmet Akif Ersoy İlköğretim Okuluna” Kayıt ettirmişti. İlk günlerde zorlansa da zamanla alıştı Ali okula. Bir süre annesi getirip götürdü O’nu. Daha sonra kendi gidip gelmeye başladı. Akıllı çocuktu vesselam.
Necdet tersanede kaza geçirip hayata gözlerini yumduğunda Ali henüz üç yaşındaydı. Babasını hiç hatırlamıyordu çocuk. Birkaç resim dışında O’na ait hiçbir iz yoktu. Annesi ile düğünde çekilen resimleri ve kendisi doğduğunda hastanede çekilen birkaç resim ile babasına olan özlemini dindirmeye çalışıyordu. Dila her ne kadar babasının yokluğunu hissettirmemeye çalışsa da pek başarılı olamıyordu. Necdet’in ardından ufacık bir çocukla kalakalmıştı Dila. Ona bakması gerektiğini biliyordu. Hiçbir geliri olmayan genç kadın önce iş buldu kendine. Daha sonra kirası daha düşük olan, daha küçük bir eve taşındı. Beş katlı bir apartmanın, dördüncü katında 2 odalı ufak bir daireydi. Önceki evine göre neredeyse yarı yarıya ucuzdu.
Yavaş yavaş bu yeni yaşantısına alışıyordu Dila. Ufak ufak komşuluk faaliyetlerine de başlamıştı. Yan dairedeki Sabiha Teyze iyi bir kadındı. Aliyi de çok seviyordu. Gündüzleri o bırakıyordu Aliye. Akşam iş çıkışı alıyordu Dila. Hem bu sayede aklıda oğlunda kalmamış oluyordu.
Uzun zamandır rastladığında selam verdiği bir komşusu vardı. İlginçti ki hiç konuşmazlardı. Sadece samimi bir gülümseme ile geçip giderlerdi. Sadece adının Mahir olduğunu ve yalnız yaşadığını biliyordu o kadar.
Çoğu kez, hatta her seferinde konuşmaz, sadece hafif bir baş selamı ile geçer giderdi yanından. Haftanın altı günü çalışan kadın, genelde yorgun ve oğlunu özlemiş olduğundan iş çıkışı oyalanmazdı dışarıda. Ufaklıkta zaten tüm günü annesinden ayrı geçiriyordu.
Bir cumartesi günü işten çıkmış evin yolunu tutmuştu Dila. Yolda yürürken gözüne mahallede yeni açılmış bir dükkan takıldı. Kapısında ve camlarında parıltılı süsler vardı. Biraz yaklaştığında burasının bir oyuncakçı dükkanı olduğunu anladı. O anda aklına biricik oğlu Ali geldi. Ufaklığa hediye almayalı hayli zaman olmuştu. Hemen girdi içeri. Onlarca arabalar, askerler, ayıcıklar, motorlar, uçaklar yan yana dizilmişti. Çok parası olmayan genç kadın, oğlunun seveceği ama çokta basit olmayan bir şey arıyordu. Gözüne çok güzel bir gemi ilişti birden. Hem de pilli ve yüzebilen türdendi. Fiyatı da çok değildi. Güzel bir hediye paketi yaptırdıktan sonra hızla evin yolunu tuttu. Belki de oğluna aldığı en güzel oyuncaktı bu. Merdivenleri hızla çıkıp Sabiha Teyzenin kapısını çaldı. Yaşlı kadın kapıyı açtı. Sıcak bir karşılamanın ardından Ali’nin uyuduğunu, isterse kendisinin de içeri geçip Ali uyanana kadar bekleyebileceğini söyledi. Çünkü ufaklık bu gün çok oynayıp fazla yorulmuştu. Dila bu nazik daveti geri çevirerek eve geçmek istediğini söyledi. Hem bu sayede sobayı yakacak, sabahtan beri şehrin tüm soğuğuna ev sahibi olan dairesini biraz olsun ısıtacak, oğlu da sıcak eve gelmiş olacak üşümeyecekti.

16 Ekim 2012 Salı

Başlangıç 7. Kısım -Mantık mı? Gönül mü?-


Öğleden sonra üç sularıydı saat. Parkta kitap okumaya dalmıştı Mahir. Elinde kitap, kahverengi ince kareli desenli paltosu ve yine kahverengi tonlarında kasketiyle adeta bir dedektifi andırıyordu. Bir tek piposu eksikti ağzında. Gözünde babadan kalma eski yuvarlak bir gözlük vardı. Yazıları eskisi gibi seçemiyordu besbelli. Allah’ tan babasından kalan tek şey olan gözlük tam onun gözüne göreydi.
Kış mevsiminin sert geçtiği buralarda dışarı çıkmak akıl işi değildi. Hele ki tam mevsimin ortasında. Yılın bu zamanında nadiren yüzünü gösteren güneş, o gün yine yüzünü göstermiş, hava nispeten daha sıcak olmuştu. Anneleri havaya aldanmayıp çocuklarını salmamışlardı yine de sokağa. Kışın bir pazar gününü öğleden sonra parkta kitap okuyarak geçirmenin keyfi tartışılamazdı Mahir için.
Saatine şöyle bir baktıktan sonra, vaktin epey bir geçmiş olduğunu fark etti. Neredeyse tüm öğleden sonrasını parkta geçirmişti. Kitabın kaldığı sayfasına işaret koyduktan sonra eve doğru yürümeye başladı. Apartmanın önüne geldi. Kapıyı açtı. Kendi dairesine girmeden yine üst kat komşusuna uğradı. O kahvaltıdan sonra dostlukları iyice ilerlemişti Dila ile Mahir’ in. Artık bir birlerine hitap ederken sıfatları kaldırmışlar sadece isimleriyle seslenin olmuşlardı. Ufaklıkta epey sevmişti Mahir Amcasını. Uzun  yıllar yalnız yaşayan bu adam ilk defa bu kadar yakındı kalabalığa. Yaklaşık on yıldır ne bir ses ne bir seda vardı evinde. Yaklaşık on yıldır sessizlik konuşuyordu, yalnızlık dinliyordu her seferinde.
Kış mevsiminde nadiren yüzünü gösteren güneş, Mahir’inde hayatına doğmaya başlamıştı artık. Penceresinden içeri giren ışık, evin her köşesini dolaşıyor ısıtıyordu bir bir her yeri. Hayat başka güzel olmaya başlamıştı sanki. İçinde tatlı bir heyecan vardı. Uzun zamandır tatmadığı, neredeyse unuttuğu bir duyguydu bu. Nermin’ den sonra ilk kez böyle olmuştu. Kalbi başka bir şey söylüyordu artık. Ama itiraf edemiyordu bunu kendine. Kabullenmek istemiyor gibiydi. “Nermin” diyordu aklı. “Dila” diyordu kalbi. Ama o aklına değil, kalbini dinlemek istiyordu bu sefer.

14 Ekim 2012 Pazar

Başlangıç 6. Kısım -Dila-


Tüm cumartesi gününü soba kurmakla geçiren Mahir, Pazar gününü kendine ayırmak istiyordu. Gündüz epey yorulmuştu soba kurarken. Ama akşam, sobanın üzerinde demlediği çay bütün yorgunluğunu almıştı. Eski yeşil koltuğunda kitap okurken, uyuya kalmıştı. Gece yarısı uyanıp uyku sersemi yatağına geçti. Sabah uyandığında saat 09.00 olmuştu. Hafta içi erken kalkmaya alışan Mahir, hafta sonlarında da çok fazla uyuyamıyordu. Yatağından kalktı pencereye yürüdü. Güneşliği çekti. Camı açtı. Şehrin o soğuk havasını çekti içine. Nedense çok keyifli uyanmıştı. Kendini bu gün çok mutlu hissediyordu. Banyoya gidip yüzünü yıkadıktan sonra mutfağa yöneldi. Ocağa suyu koyduktan sonra aklına yine Ali geldi. Hastaneye gittikleri o gece Dila Hanım’ın nazik davetini geri çeviren Mahir, belki de onları kahvaltıya davet edebilirdi. Hem bu sayede ufaklığı görme imkanı da olabilirdi. Hemen üst kata çıktı. Zili çaldı. Düşünmeden hareket etmişti Mahir. “ya uyuyorlarsa” diye düşündü bir an. Dila Hanım kapıyı açtı.
 Şanslıydı, komşusu yeni uyanmıştı. Dila Hanım şaşırdı Mahir’i karşısında görünce. Şaşkınlıkla sordu.
-Hayırdır Mahir Bey?
Mahirde aceleyle lafa girdi.
-Günaydın. Geçen geceki kahve davetinizi sat geç olduğunda geri çevirmiştim. Bunu şimdi telafi etmek istiyorum. Acaba bu güzel Pazar gününde, ufaklıkla beraber bana kahvaltıda eşlik eder misiniz? Diye sordu.
Dila hanım bu nazik davet karşısında önce şaşırdı, sonra da zor zamanında kendisine yardım eden bu adama bir teşekkür etmek amacıyla davetini geri çevirmedi ve:
-Tabi memnuniyetle. Diyerek daveti kabul etti.
-O halde sizi yarım saat sonra kahvaltıya bekliyorum dedi ve merdivenlerden kendi dairesine indi.
Hemen mutfağa koştu. Çay suyu kaynayalı çok olmuştu. Hemen demledi çayı. Patatesleri bir bir soydu. Kızgın yağın içine attı. Yumurtalar haşlanırken ekmekleri dilimledi. Dolaptan reçeli, peyniri, zeytini ve diğer tüm kahvaltılıkları çıkardı. Ekmeğe sürmek için tereyağını da unutmadı. “Biraz da bal olacaktı kavanozda” dedi kendi kendine. Hemen kaseye koyduktan sonra aklına geldi. Tereyağı kızarmış ekmeğe sürülmeden olmazdı. Hem ufaklığında hoşuna gider. Diye düşündü. Biraz daha ekmek dilimledi. Ekmekleri akşamdan köz halinde kalan sobanın üzerindeki demirden tel ızgaraya bir güzel dizdi. Sobayı alevlendirmek ve ekmeklerin kızarmasını kolaylaştırmak için sobaya birkaç tahta barçası attı. Bu sayede evde ısınırdı biraz. Hem hastalıktan yeni çıkan çocukta üşümemiş olurdu. Aceleyle mutfağa koştu. Patatesler yanmadan yetişti. Hemen tabağa aldıktan sonra yumurtaları aldı ocaktan.
Soğuk suya tuttuktan sonra kabuklarını soydu bir güzel. İçeriden de mis gibi kızarmış ekmek kokusu geliyordu. İçeri gidip yanmadan ters çevirdi ekmekleri. Kapısı çaldı. Heyecanla kapıya yöneldi. Dila Hanım ve Ali gelmişti. Birden içini bir sevgi kapladı. Uzun zamandır hissetmediği ve hasret olduğu bir duyguydu bu. Dila Hanım’a hoş geldin dedikten sonra, büyük bir içtenlikle öptü Ali’yi. Ona da “hoş geldin küçük adam” dedi ve kapıdaki sıcak karşılamanın ardından içeri buyur etti onları.
Dila Hanım içeriden gelen kokuların bir erkeğin eseri olduğuna inanmakta güçlük çekse de, yalnız yaşadığından haberdar olduğu komşusun, bu kahvaltı sofrasını kendisinin hazırladığından emindi. Mahir hemen salondaki masaya buyur etti onları. Çünkü sofrayı oraya hazırlamıştı. Sobanın başındaki kahvaltı başka bir güzel olur diye düşünmüştü belli ki. Ekmekleri yakmadan sobanın üstünden aldıktan sonra, sıcak sıcak masaya koydu. Mutfaktan getirdiği çaydanlığı sobanın üzerine yerleştirdi. Dolapta biraz meyve suyu olacaktı. Küçük Bey’e meyve suyu verdi. Sobanın üzerinde daha da lezzetlenen çayın demliğinden akan o kahverengi sıvı, adeta mutluluğun rengiydi. Sabahın bu saatinde sobanın başında yapılan kahvaltı ve bardaklardan çıkan o buhar, ancak bir aile mutluluğunun resmi olabilirdi. Yıllardır ilk defa böyle iştahla kahvaltı yapıyordu Mahir. Yıllar sonra ilk defa çocuk sesi yankılanıyordu evde ve yıllar sonra ilk defa çayın tadı bu kadar güzeldi.